Dai Gyakuten Saiban – The Great Ace Attorney Chronicles

The game is afoot!

Dai Gyakuten Saiban, yani kısaca DGS, benim için hep okyanusun öbür ucu gibiydi. Çıktığı günden beri bu oyun bizim için bir hayaldi çünkü batıya çıkarmamışlardı oyunu bir türlü. 3DS’e gelen oyunların emülatör sıkıntıları bir yana en büyük sorun çeviriydi. Oldukça uzun olan bu oyunu çevirmek de kolay değildi, yıllarca bekledik fan çevirileri için. İki oyunun çevirisinin birden bittiğini duymama yakın çok şükür DGS’nin resmi olarak batıya geleceği haberini aldım. Zaten iyi ki fan çevirisiyle oynamamışım zira bu iki oyunu ayrı ayrı oynamak veya araya zaman koyarak oynamak kendinize yapacağınız en büyük kötülük olur. 2 oyun bir bütün olarak tek bir hikayeyi anlatıyor, ilk oyun cliffhanger ile bitiyor mecburen acilen ikinci oyuna geçiyorsunuz. O sebeple Steam’de de oyun tek bir oyun olarak satılıyor. Satın aldığımda ben de farkında değildim, ikinci oyunu daha sonra Steam’e getirecekler sanarken ana menüde ikinci oyunu görmemle şok oldum. Teşekkürler Capcom.

Sizi yerim.

Ayrıca oyunu alma hikayem de buralarda yazılı kalsın. Steam fiyatı oldukça pahalıydı geçen sene bizim için, şu an 200 lira her ne kadar çok ucuz gözükse de (1 senede ekonominin büyük değişimi sağ olsun), henüz işe de başlamadığım için kara kara düşünüyordum nasıl alacağımı full price olarak. Sonra Algida’nın uygulamasında dondurma çubuklarındaki kodları girerek 50-130 puan arası puanlar toplayarak 10’ar liradan Steam kodu alınabildiğini öğrendik. Arkadaşlarla, eşe dosta komşuya herkese duyurarak ne kadar çubuk varsa topladık. Gerekirse fazladan Magnum yedik. Bu süreç yaklaşık 2-3 ay sürdü, hatta yeri geldi Steam kodları kaldırılınca Valorant kodu alıp onu DH’de sattık (teşekkürler Mamo). En sonunda 200 liraya ulaştık, üzerini de biraz kendim tamamlayarak el emeğiyle aldım bu oyunu. Teşekkürler herkese. O sebeple ki oynamaya niyetlenmem 3 ay, bitirmem ise 6 ay sürdü çünkü bitirmeye kıyamıyordum. Bu bitince oynayacak yeni bir GS oyunu yoktu. Oyunu bitirmiş şu halimle tam da tahmin ettiğim o boşluğa düştüm, her akşam işten gelip koşarak oyunu açtığım ve koltuğumda uyuyakalana kadar oynadığım bu muhteşem oyunu şimdiden özlüyorum. Full price alsaymışım da pişman olmazmışım, parasını kesinlikle kuruşu kuruşuna hak eden bir oyundu. Yaklaşık 80-90 saat sürdü benim için. Daha ekstralar kısmında oynamadığım bir ton içerik var üstelik.

Şerefe kardeşim

Gyakuten Saiban külliyatı 20 yıldır her oyunla kendini yenileyen, yeni insanları oyunlarına çekmek için hep farklı kapılar açan hamleler yapan bir külliyattı. İlk büyük adım oyunların 3DS’e geçişiyle başladı, 3D özellikleri kullanarak oyunlara farklı bir boyut getirdiler. Yönetmenlik epey önem kazandı, hele Dual Destinies ki benim en sevdiğim oyundur, hem 3DS’e geçiş oyunu olarak hem de hikayeye güzel bir reset atarak farklı kapılara meydan hazırladı. Tam külliyattan ümitliyken 6. oyun Spirit of Justice ile 3D animasyonlarda bence zirve noktasına ulaşmışlardı, DGS’de dahi olmayan breakdown animasyonlarıyla, anime sinematikleriyle epey yol aldığımızı hissetmiştim. Fakat bir sıkıntı vardı, hikayesel anlamda açılamıyorduk. Hep bir önceki oyunun karakterlerini içermek zorunda hissettikleri için hikaye artık Phoenix, Apollo ve Athena etrafında dönmeye kendini öyle zorluyordu ki savcı karakteri olarak kimi getirirsek getirelim bir türlü tatmin olamıyorduk. Zaten herkes kendini fazlasıyla kanıtlamıştı, Phoenix’in adını duymayan kalmamıştı ve üzerinden yeterince hikaye yazılmıştı. O sebeple ki 6. oyun çoğu insanın hafızasından silindi gitti, belki Apollo Justice külliyatının da bütün olarak Steam’e gelmesiyle canlanır bu coşku. Ne diyordum, hikayesel olarak açılamamak. İşte tam da bu sebepten yan oyun yapmayı pek seven ekibimiz önce Phoenix vs Layton crossoverını, birkaç sene içerisinde de tamamen yeni bir ana karakterle Dai Gyakuten Saiban’ı bize sunuyor.

Yürüyüşüne kurban olayım.

Phoenix vs Layton oyunu her iki oyunun da sembolik elementlerini barındıran ortak bir oyun aslında. Ama 3DS’in özellikle 3D nimetlerini öyle bir geliştiriyorlar ki, resmen bir sonraki oyunda neler yapabiliriz düşüncesinin test aşaması gibi. DGS’de mükemmelleştirilmiş her mekanik önce bu crossover oyunda deneniyor, farklı açılardan yapılan çekimler ve kamera numaraları bu oyunda fazlasıyla mevcut. Hemen peşinden gelen DGS’de de bu açıları fazlasıyla görüyoruz, özellikle külliyata yeni eklenen jüri sisteminde bu kamera açıları duruşmaları güzelleştiriyor. Fakat DGS’yi asıl zirveye çıkaran, hem hikaye olarak hem de 3D nimetlerinin artık dibini sıyırmamızı sağlayan biri var ki bu oyunu sattıran yegane unsur kendisi: Herlock Sholmes. Evet Herlock Sholmes, Sherlock diye biri yok artık.

Mükemmel, GS’deki en iyi Confess the Truth muhtemelen

Oyun bize ilk reklam edildiğinde Meiji döneminde geçecek efendim Naruhodo (Phoenix)’nun kaç nesil önceki büyük atasını canlandıracağımızı düşünüyorduk. Naruhodo kısmı okeydi ama Meiji dönemi epey ters köşe oldu çünkü oyun Japonya’da değil Londra’da geçiyor. Bu tarihler Londra’nın aynı zamanda Viktorya dönemine de denk geldiği için oldukça tematik unsurlar barındırıyor. Örneğin Shakespeare vurguları sık sık kullanılıyor, her şey fazlasıyla barok (keza savcımızın adı Barok Van Zieks) ve müziklerinden oyun içi efektlerine kadar döneme ait izler taşıyor. Eski Japonya temalı bir oyun oynayacağım diye alıyorsunuz ama içerisinden Londra gezisi çıkıyor. Zaten oynadıkça anlıyorsunuz ki oyunun anlatmaya çalıştığı tam da bu batılılaşma ve Japonya’nın adli yargı sisteminin bu batılılaşmaya esir kaldığı için ülkeye tam da Ryunosuke gibi gençler gerekmekte.

Kılıçlardaki mozaik detayları çok hoşuma gitmişti

Hikayemiz sıradan bir öğrenci olan Ryunosuke Naruhodo’nun işlemediği bir cinayetten sorumlu tutulmasıyla başlıyor. Tam da yargı sisteminde yeni adımlar denenirken bir anda kendi kendisini savunmak zorunda buluyor. Fakat herkes farkında ki yargı çoğunlukla İngiliz baskısı altında, iki ülke arası diplomatik ilişkileri bozmamak için yargıyı oldukça etkisiz bırakmışlar. Ryunosuke’nin yanındaysa can dostu Kazuma Asogi var, kendisi oldukça umut vaadeden bir avukat ve İngiltere’ye eğitime gitmeden önce Ryunosuke’ye son kıyağını geçmek istiyor. Külliyatın klasik tutorial olan bu kısımlarında genellikle yalandan bir duruşma yaparız ve sonra bambaşka yerlere evrilir hikaye. Bu oyundaysa böyle olmuyor, basit tutorial gibi gözüken duruşma bile ilerde büyük önem taşıyabiliyor. Biraz Kazuma’nın gazıyla biraz da kendi gazımızla, ki buralar şahane çünkü Ryunosuke önceki oyunlarda alışkın olduğumuz masa yumruklama gibi şeyleri henüz beceremiyor ve masaya vurduğunda çok cansız bir ses falan çıkıyor, kendimizi aklıyoruz ve Kazuma’yı İngiltere’ye yollamaya koyuluyoruz. Kazuma’nınsa gizli bir planı var, çok sevdiği can dostunu da gizli saklı bir şekilde İngiltere’ye götürmek.

Gemide türlü olaylardan sonra Ace Attorney oyunlarının klasiği olan malum olay yaşanıyor ve bizim bir mentorumuz varsa o mentor genelde ilk bölümden sonra ölüyor. Burada da piyango Kazuma’ya patlıyor ve Kazuma’nın ölümüyle birlikte Kazuma’nın asistanı Susato ile hikayeleriyle oyunun evreninde de oldukça popüler olan dedektif Herlock Sholmes’la tanışıyoruz. İngiltere bizden eğitim için bir öğrencinin gelmesini beklediğinden, o öğrenciyi de Ryunosuke olarak yutturmaya karar veriyoruz. Bu şekilde karakterlerimizin Londra serüveni başlıyor, Herlock Sholmes bonusuyla tabii ki.

Daha Londra bir parça olamaz sanırım. Ben bu oyunu bu parça eşliğinde çok özleyeceğim.

Londra sokakları şahane müziklerle bize öyle güzel yansıtılıyor ki, hele bir de mevsim kış olunca karlı ve sisli boş sokaklarda araştırmalarımızı yaptıktan sonra Herlock’un evine dönüp sıcacık çay içtiklerinde o ev hissiyatını çok güzel almıştım. Benim oynadığım zamanlar da oyunun geçtiği tarihle genelde paralel gitti o sebeple elimde çayla oynadım hep. Dönemin politik unsurları bu oyunda çok baskın. Buna en yakın mevzu Dual Destinies’te geçiyordu, adalet sisteminin çürümüşlüğü ana temamızdı hatta bir duruşmada harabe haline gelmiş salonda duruşma yapmıştık. Bu oyunda ise Japonya tarafında duruşmalı adalet sistemi yeni yeni oturuyor, hatta savunma avukatlığı diye bir şey bile kabul edilmiş şey değil. Kadınlarınsa avukat olarak mahkemelerde yer almaları yasak. İngiltere tarafında ise daha oturmuş bir sistem var ama orada da Reaper of the Bailey diye bir olgu çıkmış, biraz Death Note’un Kira’sı gibi bir şehir efsanesi türemiş. Bu efsaneye göre eğer birisi suçlu olması bariz olmasına rağmen rüşvetle veya başka sebeplerle o mahkemeden suçsuz ayrılırsa, er ya da geç Reaper (Azrail?) tarafından öldürülüyormuş. Burada da insanların Reaper olarak bildiği kişi ise, kanıtlanmasa dahi, savcı karakterimiz Barok Van Zieks. Bu sebepten de Japonya’ya benzer şekilde duruşmalar hep tek taraflı yapılıyor, savcının karşısına çıkmaya hiçbir avukat cesaret edemiyor. O sebepten de mahkemenin adetleri ve yasalardaki tüm kurallar unutulmaya yüz tutmuş, her şey oldukça tek taraflı ilerliyor. Ta ki Ryunosuke Japonya’ya öğrenci olarak adım atıp da bir anda duruşmaya test edilmek üzere apar topar sokulana kadar. Ne oluyorsa bu duruşmadan sonra oluyor. Ayrıca politik unsurlardan devam etmem gerekirse oyunda ırkçılık vurgusu da sıkça yapılıyor, duruşmalarda bile bize sık sık Japon olmamızdan ötürü ırkçı söylemler uygulanıyor. Yine sadece değişim öğrencisi olarak gelen Natsume Souseki’nin (evet gerçek Natsume Souseki üzerinden yazılmış karakter) sırf Japon olduğu için başına gelmeyen kalmıyor. Bu konuda da sonlara doğru çok güzel dokundurmaları var oyunun.

Normalde Gyakuten Saiban oyunlarında belirli bir pattern olur. İlk bölüm tutorial, devamındaki bölüm ana konuya pek etki etmeyen ama kendi başına oldukça uzun, yaklaşık 2-3 ayrı gün boyunca duruşmalara çıktığımız hikaye olur. Devamında gelen bir flashbackli veya ana hikayeye ufaktan dokunan, yeni bir mekanik öğrendiğimiz bölüm olur. Sonlara doğruysa konu mutlaka savcı karakterinde patlar ve savcı üzerinden biz tüm oyundaki bölümleri de etkileyen bir hikayeye şahit oluruz. Ben de bu oyun aynı şekilde olacak diye başladım, konu mutlaka savcıya gelsin istiyordum. Bölümler de hiç düşündüğüm gibi değildi, ilk oyun için konuşmak gerekirse genelde başından sonuna kadar aynı karakterleri görüp durduk, yeni eklenenleri de kolay kolay bir daha görmedik. İnsan artık bir yere bağlansın, olay neyse öğrenelim istiyor. Fakat konu ne savcıya bağlandı, ne savcı doğru düzgün bizimle konuştu, ne de hikaye bir yere bağlandı. Öylece rastgele duruşmalara girdik çıktık, üstelik duruşmaların hiçbirinden de tam anlamıyla tatmin ayrılamadım. Böyle aslında kazanıyorum tamam ama aslında kazanmam sanki daha mı kötü oldu diye sürekli kendimi sorgular haldeydim. Hele ilk oyun bittiğinde oturup bakınca hiçbir şeyin aslında iyi gitmediğini ve bayağı zararda olduğumu fark ettim. Mevzuyu tam o an çaktım, ilk oyun yarımdı ve sonu cliffhanger ile bitiyordu. Asıl mevzu ikinci oyunda patlayacaktı ve tam da öyle oldu, ikinci oyun öylesine bir masterpiece ki tek bir boş anı yok. Direkt konuya giriyor ve her bölüm daha nasıl seviyeyi bir yukarıya çıkarırız dercesine hazırlanmış. Hele bir final duruşması var ki………mükemmel.

Gelelim yeni mekaniklere. Yukarıda bahsettiğim 3D nimetlerinden fazlasıyla faydalanmışlar dediğim kısımlar hep buraya bağlanıyor. Önce basit olanı anlatayım. Jüri sistemi. İngiliz mahkemelerinde toplumdan rastgele seçilmiş 6 adet jüri giriyor duruşmalarımıza. Jürilerin verdiği ortak karara göreyse bir kişi suçlu veya suçsuz bulunabiliyor, tabii yine son karar hakimde olmak üzere. Eğer jürilerin tamamı kişinin suçlu olduğuna kanaat getirirse savunma avukatı olarak (yani biz) jürilerin neden bu seçimi yaptığını açıklamlarını istiyoruz ve birbirlerine düşürmeye çalışıyoruz söylediklerinden yola çıkarak. Bu şekilde jürilerin oylarını geri almalarını istiyoruz ki duruşma bir süre daha devam edebilsin. Oyunda bu jürilerin oylarını açıklama kısmı hikayeye göre oldukça eskide kalan ve artık uygulanmayan bir gelenekmiş duruşmaya bir katkısı olmuyor, hele ki rüşvet de alıyorlarsa iyice yanıltıcı oluyorlar diye. Sanki biraz haklı gibiler çünkü 2 bölüm önce duruşmada terlettiğim tanığı bir sonraki bölüm jüri olarak görüyorum, birbirlerini de tanıyorlar üstelik. Objektif olarak bakması imkansız, bir de oturup onları çevirmeye çalışıyoruz. Jüri sekansları başta beni heyecanlandırsa da sonraları yordu ve sıktı. Neyseki 2. oyunda buna da çözüm getirip belli bir sebepten ötürü duruşmaları kapalı oturum şeklinde yapıyorlar da jürisiz tatlı tatlı eski usul devam ediyoruz. Yine de jürilere ters köşe yaptığımızda Ryunosuke’nin ağır ağır sağa sola yürümesi şahane bir görüntü.

Diğer mekaniğimizse bu oyunu zirveye çıkaran, umarım her oyunda da görürüz dediğim oyunun en ama en eğlenceli kısmı Herlock Sholmes sekansları. Gyakuten Saiban oyunlarında investigation yani etrafı incelediğimiz kısımlar bir check-list gibidir. Belli şeyleri belli sırada yapmanız gerekir ki, belli mekanlarda bazı olaylar tetiklensin ve oraya gidin. Fakat siz bunları asla bilmezsiniz, o yüzden sürekli deli gibi her şeye tıklamanız gerekir veya her mekana tek tek gitmeniz gerekir. Bu da oldukça yorucudur, üstelik bunu duruşmaların durumuna göre günlerce yapmamız gerekebilir. Mekan sayıları da arttıkça külfet haline gelmeye başlıyordu bu işlem. O yüzden oyunlara bir mekanik eklenecekse hep bu kısımları daha nasıl eğlenceli kılabiliriz diyerek eklemeye çalıştılar; parmak izi gösteren toz olsun, kişilerin bizden bir şey sakladığını ortaya çıkaran psyche-locklar olsun vs. uzar gider. Öncelikle bu oyunda her nesne üzerine siz inceledikçe çıkan bir tik işareti geliyor, böylece bir daha aynı şeyi okumuyorsunuz. Ayrıca gezebileceğiniz mekanların altında Susato “buraya bir uğrasak iyi olur sanki” diyor, böylece hangi mekanlarda bir şey kaldı veya kalmadı takip edebiliyorsunuz.

Epik

Herlock Sholmes kısımlarıysa adeta bir dans düeti gibi. Biz daha o odadaki şeyleri ellemeye başlamadan Sholmes geliyor ve tüm mevzuyu çözdüğünü söyleyip, o romanlarındaki meşhur çıkarımlarını yapıyor. Tabii yaptığı çıkarımlar bizi bir hatta doğru götürürken bazen öyle saçma cümleler kuruyor ki, bir bombaya anti-yer çekimi aleti diyebiliyor (mantıklı aslında). Bizim görevimizse Sholmes’un bu çıkarımlarındaki hataları düzeltmek. Tabii bunu yaparken ekrandaki sinematik kısmı o kadar keyifli ki, hadi Sholmes dans ediyor şovunu yapıyor ama hiç beklemediğimiz anda bizim karakterlerimiz de bu dansa dahil oluyor. Hatta zaman zaman bu dans sekansları üzerinden birbirlerine “sahnemi çalma” tarzı laf sokmaları da oluyor. Özellikle ikinci oyunda bu dans sekansları adeta seviye atlıyor ve hiç ummadığımız kişiler farklı figürler sergileyerek dansa katılıyorlar. Bayıldım bu kısımlara BA YIL DIM. Zaten buraları yaptıktan sonra bizim etrafı incelemeye çok ihtiyacımız bile kalmıyor, tamamen meraktan veya işte achievement almak için bakıyoruz. İlk kez bi GS oyununda duruşma kısımları beni araştırma kısmından daha çok sıktı.

Biraz daha Herlock Sholmes hakkında konuşacağım evet. Ben dedektif-polisiye vs romanlarından inanılmaz hoşlanan biriyim. Küçükken okuduğum Agatha Christieler lise dönemi yelpaze gibi açıldı ve okuyabildiğim ne kadar polisiye varsa okumuştum. Yine Umineko sevgim ve Gyakuten Saibanlarla tanışmam da bu şekilde oldu. Hatta yine bu oyun yüzünden lisede ben yaz kızım olayım da duruşmaları takip edeyim diye kendi kendime dalga geçerdim (gerçek olacağı aklımdan geçmiyordu). Ortaokul yaşlarımdayken gazete hediye olarak Sherlock Holmes kitapları veriyordu, çok heyecanlandım okumaya başladım ama bir türlü sarmadı? Yıllar geçti tekrar aldım başka bir kitabını ama yine olmadı. Bir türlü ısınamadım ben bu romanlara ve dizisini falan da izleyemedim hiç. Bana itici geliyordu Sherlock. O sebeple bu oyunda gördüğümde de ilk başta o kadar soğuktum ki kendisine, sahnelerde çıktığında “eyvah yine başlıyoruz” dedirtiyordu bana. Fakat 2. oyuna doğru geldiğimizde her sahnede çıksın, her köşeden Sherlock gelsin diye yalvarır oldum. Bu karakter uzun zamandır tanıdığıma bu kadar sevindiğim ilk karakter olabilir. Kendisi koca bir troll, oyundaki o ciddi havayı bir şekilde dağıtmayı o kadar iyi başarıyor ki. Sırf bu karakterin hatrına Sherlock kitaplarını set olarak alıp hepsini okuyacağım, artık zihnimde nasıl bir karakter canlanacağını biliyorum.

Yeni mekanikler diyordum, son olarak aslında tam anlamıyla yeni sayılmayan fakat Gyakuten Saiban kapsamında yeni olan bir mekaniği yazayım pek hoşuma gitti benim. Eskiden tanıklar sırayla gelirdi ve her gelen tanığın her cümlesine mutlaka Press yapıp alabildiğimiz kadar bilgi almaya çalışıyorduk. Şimdi bu olayı bitirmek adına checkpoint-vari bir sistem getirilmiş. Öncelikle tanıkların hepsi birlikte kürsüye çıkıyorlar, tanıklık eden kürsüyü terk etmiyor yani diğerleri de ifade verirken oradalar. Biz tanığın bir cümlesine Press yaptığımızda o tanık konuşurken diğer tanıkların o anki yüz ifadelerini paneli sağa sola kaydırarak takip edebiliyoruz. Bu olay yeni sayılmayan demiştim çünkü bu mantık Phoenix vs Layton oyunundan geliyor aslında. Buraya da aynen aktarmaları gerçekten çok iyi olmuş, demiştim o oyun biraz bu oyuna ön hazırlık gibi olmuş diye. Tanığın o an kurduğu cümle mesela yanlış bir bilgi içeriyorsa bazen tanıklardan diğeri homurdanmaya başlıyor ve bunun üzerine gittiğimizde yeni bir bilgi ekleniyor. Bu şekilde her cümleye tek tek Press yapma eziyetinden kurtuluyoruz, bu “gelişme” bizim için bir çeşit checkpoint oluyor. Biliyoruz ki çapraz sorgulama bu yeni cümle ile kırılacak, dikkat etmemiz gereken yer burası.

Biraz da karakterlerinden bahsedeyim. Oyun her alanda alışılmışın dışına çıkmayı kendine misyon edinmiş sanki. O heyecanlı, hatalar yapan ama hep yanımızda olan Gumshoe gitmiş; yerine bize çoğunlukla köstek olan, oldukça ciddi, nasıl biri olduğundan asla emin olamadığımız Gregson gelmiş. Her bölüm değişen karakterler yerine neredeyse oyunun sonuna kadar yaşamlarına tanık olduğumuz bazı spesifik karakterler var. Her bölüm mutlaka bir şekilde olaya dokunuyorlar. Bir noktadan sonra zaten hangi karakterlerin tek bölümlük olduğunu, hangilerininse kalıcı olduğunu seziyorsunuz. Natsume Souseki kalıcı bir karakter mesela, böyle inanılmaz böyle eğlenceli bir karakteri yarattıkları için kutluyorum onları. LOCUM STUDENT NARUHODO! Neyse efendim, benim asıl özel alan ayıracağım karakter Susato olacak. Ben yancı karakterleri pek sevmem GS’de, yani fan-art olarak severim ama oyunun içinde hele o günler süren investigation kısımlarında iyice ayak bağı olurlar bana. Susato’ysa başta biraz darlasa da oyunun belli noktasında sonra bana gerçekten evim, sığınağım gibi hissettirdi. Sıkıştığım, aklımın durduğu anlarda bir anda atlayıp öyle güzel kurtarışlar yaptığı oldu ki. Kendi başına var oluşu, kendi hikayesini yan tarafta yazıyor oluşu, 2. oyunun tutorialında kadınlar avukat olamıyor diye erkek kılığında çıkıp arkadaşını savunuşu falan inanılmaz hayran bıraktırdı kendisine. Müziğini de çok güzel yapmışlar, tam ev gibi hissettiriyor gerçekten.

Size ölürüm

Ryunosuke ise kendisine ait bir arkaplan hikayesi veya üzerine oynanan bir bölüm içermemesine rağmen o kadar iyi temsil edebiliyor ki kendisini. Bu zamana kadar gördüğümüz tüm ana karakterlerin mutlaka ya kendilerine bağlanan bir climaxi oldu ya da zaten kendi başlarına oldukları birden fazla oyuna sahipler. Ryunosuke’yse avukatlıkla hiç alakası olmayan, Objection çekeceğim diye sınıftaymış gibi elini kaldırıp HAI diye bağıran, hukuku İngiltere’ye giden bir yolcu gemisinde Susato’nun ona anlattığı kadar bilen bir genç sadece. Ona rağmen arkadaşına olan vefa borcu, belinde taşıdığı emanetine olan inancı ve gerçeğe ulaşmakta olan arzusu o kadar güçlü ki; girdiği yolun sonu onu dibe bile çekse asla geri adım atmıyor, hatta bize bunun seçeneği bile gelmiyor. Mesela Phoenix bu konuda bence biraz daha duygusaldı, arkadaşı için gemileri yakabileceği farklı alternatif sonlarımız vardı. Hele bir oyundan sonra sırf gerçekleri kovaladığı için çıkan sonuçtan pişman olup komple avukatlığı bırakmıştı. Ryunosuke o kadar böyle birisi değil ki, özellikle bu oyunda zaten neyin doğru neyin yanlış olduğundan katiyyen emin olmadığımız bir settingde inanılmaz bir iş çıkardı. Sadece DGS’den ibaret görmemeyi umuyorum ama çok zor kendisini başka bir oyunda görmemiz.

Pursuit’e ön hazırlık parçası eklemek hangi dahinin fikriyse alnından öpebilirim

Baron Van Zieks… Bir paragrafımı da ona ayırayım. Kendisine hayran oldum, çok etkilendim. Edgeworth’ün büyük büyük atası muhtemelen kendisi. Okuduğum süreçte de eşime sık sık övüp durduğum bir olayını yaşadım bu karakterin. Normalde GS oyunlarında savcı karakteri bizi duruşmalarda pek zorlayamıyor aslında, bizim zorlandığımız kısım genelde tanıkların kendileri oluyor. Savcı karakterler zaten bir noktada hafif iyiye doğru evrildikleri için bize duruşmalarda yardım bile ettikleri oluyor-du. Ta ki Baron Van Zieks’e kadar. Sonuna kadar Japonlardan nefret eden bu şahıs elinde şişe şişe şaraplarıyla bize o kadar güzel argümanlar sunuyor ki, yazarı durup takdir etmiştim. Bir teoriye kapılıp kendimi tam delillerimi sunmuşum, konuya öyle güzel yerden giriyor ki “bir saniye ya adam çok haklı” diyordum durup. Zaman kazanmak için girdiğimiz bir tartışmanın sonunda “ee ne işimize yaradı bu bilgi şimdi” dediğinde resmen içimizi okuduğunu hissediyordum. Karakteri hikayenin başından sonuna kadar neredeyse bir kez olsun kaymadı, kendi dediklerinden asla vazgeçmedi, oyunun sonuna kadar çizgisini o kadar iyi korudu ve o kadar mükemmel bir kişiliği var ki… Diğer karakterlerin yanında belki underrated kalacak ama benim gözümde top 3 savcı oldu bile, Blackquill kadar çok sevdim onu hatta belki bir tık daha bile fazla. Başka oyunlarda göremeyecek olmamız çok üzücü gerçekten.

Oyundaki en iyi cümle

Müziklere gelelim. Barok döneme uygun olarak çellolar, senfonik enstrümanlar baştan aşağı gidiyor. Herlock Sholmes’un violası da eksik kalmamış. Duruşma müziklerine bayıldımmm, klasik parçalarımızın fazlasını da eklemişler. Hem duruşmalar başlarken, hem de biterken çalan ayrı parçalar eklemişler. Hele bir Pursuit parçası var ki oyunda en sevdiğim parça ve oyunda toplasanız 5 kere falan ya çalıyor ya çalmıyor. O parça çalmaya başladığında sıkıca sardığım gamepadi şöyle bir salıyorum, oturuşumu yayıyorum. Biliyorum ki çok ama çok zor bir tanığı beni o kadar terletmesinden ve yormasından sonra köşeye sıkıştırdım, bitti bu duruşma. Hatta 2. oyunda bu parçaya bir ön hazırlık parçası yapmışlar hayran kaldım. Yine gergin parçalar da oldukça iyi, kemanın ve çellonun bu oyuna ne kadar yakıştığını bir kere daha fark ettim. Tek sıkıntım bu kadar iyi parçaları az çalarken, bazılarını da defalarca kez kullanmaları. Mesela ilk oyun neredeyse bölümlere özgü yeni parça hiç yok. Normalde her bölüm, o bölüm gözüken yeni karakterlere özgü yeni şeyler duyardık. Breakdownları sırasında farklı bir şeyler çalardı. Spirit of Justice bu konuda çok daha başarılıydı bence. DGS bu falsosunu 2. oyunda kurtarmış diyebilirim, 2. oyunun her köşesi yepyeni parçalardan oluşuyordu çoğu şu an aklımda bile kalmadı. Bir diğer eksiyse Baron Van Zieks yani savcımıza yapılan zulüm. Adam başını kaldırıp günaydın dese de aynı parça giriyor, ciddi bir hareket yapsa da aynı parça giriyor. Parçasını çok seviyorum fakat bu kadar spamlemese miydik keşke?

Son olarak oyunu Steam’den aldığınızda bir de Tailor yani terzi bölümü ekleniyor. Buradan karakterlerin 2. oyundaki kıyafetlerini değiştirebiliyorsunuz. Sadece Sholmes, Ryunosuke ve Susato var tabii. Ben Sherlock’u değiştirdim direkt, kendisinin pembe pembe gezmesi çok tatlı bir eklenti oldu. Yine oyunun menülerinde bölümdeki bazı olayların altını dolduracak mini skeç tarzında yan hikayeler var. Bir de tiyatral bölüm var ki orayı zamanında internette biraz izlemiştim, klasik Phoenix Wright ile Ryunosuke karşılıklı duruşmaya çıkıp “sen benim büyük büyük dedem misin” diyalogları çeviriyorlar. İnsanın inanası gelmiyor tüm bunlar çıkalı en az 5 sene olduğuna. Özetle bu oyun benim 100 saatimi yedi yuttu, keşke daha fazlasını yutsaydı ve her dakikasını o kadar hak etti ki yediğimiz Magnumların hepsi helali hoş olsun. Benim ilk oyuna puanım 8/10, ikinci oyuna puanım 9.5/10 şeklinde. Ayrıca bu oyunu oynamak için daha önceki GS’leri oynamanız gerekmiyor, o sebeple mutlaka deneyimlemelisiniz. Yine oyun kısmıyla uğraşmak istemiyorum derseniz oyunda bir Story Mode bulunuyor, dümdüz oturup film gibi izleyebilirsiniz. İngilizce seslendirme de bulunuyor, tabii bizim tercihimiz belli Japonca’dan devam. Hai!


Minik bir spoiler köşesi, buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim ama bir miktar da oyunu oynamış ve oynamış birinin düşüncelerini okumak isteyen olursa diye küçük bir paragraf ayırmak istedim. ❤

Bu oyunda sanırım en çok aklıma kazınan yer ilk oyunun ilk ciddi duruşmasında McGilded’in kahkahalar atarak gülmesiydi. Biliyorduk o adamda bir şeyler olduğunu ama duruşma bir türlü o yöne evrilemiyordu ve adam elini kolunu sallayarak çıktı. Bu oyun ilk kez bana tam o an “ulan biz bir halt ettik sanki ama” hissini verdi. Hele ilk oyunu bitirdiğimde şöyle bir liste çıkardım ve o an dedim ki “evet ya biz bu oyunu kazanmadık gerçekten” diye.

Haliyle bir an önce ikinci oyuna girdim ve malum Kazuma hareketinin gerçekleşmesini o kadar umdum ki ilk oyun. Gerçekten harcandı çok ama çok iyi karakterdi, Mia gibi ruhani bir şekilde gelmesini elbet beklemiyordum ama insan böyle harcansın istemiyordu. Geri dönmesine çok ama çok sevindim, karşımızda kendi savunma avukatı tarzıyla yaptığı yarı savcı yarı avukat savunmaları çok iyiydi. Bir de ben bu oyunda biraz zorlandım, 5 ve 6. oyunlar o kadar kolaydı ki burada böyle doğru cevabı bilmeme rağmen hangi statemente ne diyeceğimi epey şaşırdığım yerler oldu. Zira bi anda durup “hadi göster bakalım nereden oluyormuş” dediklerinde mal gibi kaldığım çok an oldu. Final duruşmasında 2. oyunun zaten yaklaşık 5 sayfa falan kanıt vardı elimizde ve seçenekler iyice azalmıştı. Yine de o nasıl bir duruşmaydı öyle. İki ülkenin hakimlerinin mastermind çıkması, duruşmayı kapatanın yine ilk bildiğimiz hakim olması çok epikti. Profesörün hiç ummadığım biri çıkması, Iris’in Van Zieks’in yeğeni çıkması ama bunu ona asla söylememeleri çok buruktu. Batan İngiliz yargısını 2 genç Japonun dize getirmesi, Sholmes’un Kraliçe önünde yaptığı o muhteşem dans ve hologram sekansı… inanılmaz bir duruşmaydı. Stronghart da sanıyorum ki Gant’ın ata ata babasıydı malum el çırpmasıyla.

MÜKEMMEL

Peki ben Watson karakterinin aslında Susato’nun babası çıkmasını bekliyor muydum? HAYIR? O ne güzel bir dostluktur, nasıl içime sindi anlatamam. Sholmes’un da tüm oyun boyu yaptığı o saçma çıkarımların da aslında sadece bize yol göstermek için olması, Watson ve Sholmes bölümünde yaptığı çıkarımla tek seferde olayı çözmesi muhteşemdi. Watson’un yaptığı şahane tap-dansına diyecek lafım bile yok. Iris’in bir noktada Sherlock’a Papa demesi ve Sherlock’un ağlamaklı olması, Watson’la o sahnedeki diyalogları altın değerindeydi. Oyun sonunda tüm karakterlerimiz yürürken bu ikilinin yine yan yana dans ediyor oluşu asla aklımdan çıkmayacak. Ağlayarak izledim final sekansını. Bu iki dostun dünyanın bir ucunda da olsalar dostluklarının ebedi kalacağını bilmek çok güzel bir his. Gönül ister ki sadece ikisinin olduğu, gençliklerini oynadığımız ayrı bir oyun yapsınlar. KEŞKE.

3 thoughts on “Dai Gyakuten Saiban – The Great Ace Attorney Chronicles

    • Mutlaka giriş şahane oyun serisi ❤

      Evet tamamen çıktığı zaman bakarım, çeviri sürecini falan takip ediyorum yine de arada kopukluk olsun istemiyorum bir kerede oturup bitirmeyi tercih ediyorum. Spoiler yiyecek bir şey olmadığından rahatım 😀

      Beğen

  1. Geri bildirim: 2022 Yılı Üzerine | akumina

Düşüncenizi Paylaşın